Yüce Yaratan, insanoğlunu mükemmellik ve sınırlılık ölçeğinde bazı kuvvelerle donatmıştır. Bu hususun pratik sonucu olarak genelde akıl kuvvesiyle rotasını tayin eden salim insan, zaman zaman şehvet ve öfke potansiyelini de kullanmıştır. Zira bahsi geçen yardımcı unsurlar, insanî özün gereği olan fıtrî reflekslerdir (bkz. Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, İhyâuUlûmi’d-dîn, Dâru’l-ma’rife, Beyrut, t.y., III, 58). Fakat eser miktarda istifade edilmesi gereken bu donanımdan doz aşımı faydalanma, kişiyi dünya ve ahiret işlerinde birtakım tutarsız davranışlara sevk etmiştir. İşte, modern insanın günümüzdeki birçok probleminin asıl müsebbibi, sözü edilen bu dengesiz ve aşırı beslenmedir. Şiddet, şehvet duygusu gibi kısa süreli, kendi içinde anlık yükselmeleri fazla olan ve sonuçta da maalesef orta halli fotoğraf vermeyen bir kuvvedir. Dolayısıyla söz konusu yaşantıların neticesi, genelde uç tecrübeler olarak göze çarpar. Nitekim evliliğin eşler arasında meydana getirdiği ülfet sonucu oluşan sekînete karşılık, Allah’ın çok kötü bir yol olarak Kur’an’da ifade ettiği zinanın (bkz. İsrâ, 17/32) odalar dolusu pişmanlığı, bu anlamda çarpıcı bir detaydır. Diğer taraftan öfke, organize olmuş haliyle müspet sonuçlara da kapı aralayan bir hüviyete bürünebilir. Bu noktada üstad Necip Fazıl’ın, fizyolojik olarak oldukça benzerlik arz eden insan başı ile fare kafasını birbirinden ayıran yegâne farkın “fikrî öfke” olduğunu belirtmesi (bkz. Necip Fazıl Kısakürek, Hücum ve Polemik, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1997, s. 43), zikredilen duygunun mülayim zemin ve şartlarda yemekteki tuz mesabesinde olacağını göstermektedir. Şiddetin oluş, sürüş ve bitiş serüveni gözlemlendiğinde, bu hikâyedeki asıl unsurun bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm kötü karakterlere sufle veren şeytan olduğu görülür. Şiddetin panzehri olarak bilinen sabrın, yaşamış en büyük timsali Hz. Eyyûb’un (a.s.), yaşadığı sıkıntılı ve sancılı tecrübede de O’nu vesveseleriyle meşgul edip en çok zorlayan unsurdur şeytan. Zira İblis’in, kendisine ve ailesine yaptığı telkinlerle Hz. Eyyûb, zaman zaman sabır duvarını aşmış ve bu sebeple bazı dinî yükümlülükleri iltizam etmiştir.(bkz. Muhammed b. Ömer b. Hasan b. Hüseyin et-Teymî, er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb/et-Tefsîru’l-kebîr, Dâruİhyâi’t-turâsi’l-arabî, Beyrut 1420/1999, XXVI, 396-397) Buradan hareketle ifade edelim ki, şeytanın vesvesesi sonucu bir anlık bulanma ve kabz hali yaşayan zihne, önceki yanlış/çirkin öğrenmelerin siluetleri sunulmakta ve hemen akabinde şiddetin deklanşörüne basılmaktadır. Bu bağlamda, Hz. Peygamberin (s.a.s.) öfkelenen bir kimseye kızgınlık sonucu açığa çıkan şeytanî ateşi söndürmesi için abdest almayı tavsiye etmesi (bkz. EbûDâvûd, Edeb, 4; Ahmet b. Hanbel,Müsned, XXIX, 505) ya da böyle bir kişinin ayaktaysa oturması;sinir halinin geçmemesi durumunda ise yatması yönündeki tebdil-i mekâna dönük telkini (bkz. EbûDâvûd, Edeb, 4; Ahmet b. Hanbel, XXXV, 278), bahse konu sisli ve sancılı süreci atlatmak için yarayışlı bir çözüm yöntemidir. Aksi takdirde, bir anlık öfke patlamasının ortaya çıkardığı ömürlük dünyevi pişmanlıklar, akıl kuvvesinin kullanılmayıp apansızın şirke bulaşıldığındaki ebedi uhrevi nedametle aynı gemide yolculuk etmiş olur.(bkz. Râzî, Mefâtîhu’l-gayb/et-Tefsîru’l-kebîr, XXXI, 18) Şiddetle kapital düzen arasındaki ilişkiye bakıldığında ise bu ikili arasında tahminlerimizin ötesinde bir iltisakın olduğu müşahede edilir. Günümüzde şiddetin en çok müşteri çektiği trafikte, kişinin kendisinin malik olduğundan daha pahalı ve kaliteli bir araca sahip kimselere gösterdiği sabırsızlık gibi görünen anlamsız ve orantısız tepkinin altında, aslında psiko-sosyolojik açıdan bu sınıfsal fark yatmaktadır. Diğer taraftan, sosyal hayatta “şahinciler” olarak maruf olan kesimin caddelerdeki film sahnelerini aratmayan ortalama üstü atraksiyonlarını, toplum içinde “ben de buradayım” mesajı olarak algılamak isabetli olacaktır. Kişilerin tikel şuuraltı yaşantıları olduğu gibi, milletlerin de kolektif şuuraltı olarak ifade edilen tecrübeleri mevcuttur. Buna göre Türk halkı, tarih boyunca birtakım yoksulluk ve yoksunluklarla sürekli mücadele ederek kendisini var eden, bu yönüyle de eşya ve hadiseler arasında aşırı duygusal bağ kuran bir millettir. Milli ve manevi hassasiyet dönemlerinde oldukça işe yarayan söz konusu tutum, ne yazık ki belirli sahalarda nabzı yüksek bir şiddet potansiyeli olarak geri dönüş sağlamaktadır. Düz mantık açısından meseleye yaklaşıldığında, bir şeyi bitirmek için onu aşırı tüketmek gerektiği izahtan varestedir. Bu meyanda, içinde yaşanılan toplumun kodlarındaki Kur’an ve Sünnet menşeli sahih örfün,medya ve diğer iletişim vasıtalarıyla günbegün deforme edildiği aşikârdır. Günümüzde, ekranlardaki şiddet içerikli şablonların psikolojide “sürüngen beyin” olarak ifade edilen zihinlere öğrettiği/bellettiği saldırganlık artık kanıksanmakta ve nihayetinde bu durum, hayatın olağan rutini içerisinde görülmektedir. “Her şey zıddı ile kaimdir” önermesinden yola çıktıklarından olsa gerek, sözü edilen resme bakanlara “sakın siz böyle olmayın!” mesajını vererek toplumsal sorumluluk örneği sergileyen(!) zevat, EbûLeheb’in karısı Ümmü Cemîl gibi şiddet ateşine biteviye odun taşımaktadır. Şiddetle reyting arasında temas edilen gelişmeler yaşanırken, karanlık gecede odun niyetine dokunulan yılanın kişiyi ısırma ihtimali de bu arada göz ardı edilmemelidir. Özetle, vizyona dair ortaya konan her tasvirde asloan, ideal olanı alıp servis etmektir. Tüm bu olup bitenden, eğitim sisteminin ahlak merkezli ele alınmasının elzem olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, örgün/yaygın din eğitiminin nitelik ve niceliği oldukça önem arz etmektedir. Zira çocuk, kadın, aile ve toplum özelinde, şiddeti din olgusuyla kol kola yakalamak/görmek isteyen hazır kıta odaklara karşı ancak bu müstakim yolla dört başı mamur bir duruş sergilenebilir. Fakat “şiddet” ve “din” kelimelerinin aynı cümle içinde kullanılması bile gönüllerde onulmaz yaralar açarken, dinî eğitimin rutubet ve nevresim ıslaklığı kokan koridorlarında vakti zamanında uygulanan şiddetin, “din” ve “eğitim” kavramlarıyla hala zihinlerde paydaşlık etmesi, ayrı bir ızdırap konusudur. Kur’an’ın ifadesiyle, en güzel örnekliğin kendisinde olduğu Hz. Peygamberin (bkz. Ahzâb, 33/21) yaşantısına,bahse medar mevzu açısından yaklaşıldığında, O’nun her şeyden önce bir insan oluşunun tabiî sonucu olarak,özellikle Allah hakkı olan meselelerde zaman zaman öfkelendiği görülür (bkz.EbûDâvûd, Savm, 53). Fakat her şart ve durumda olduğu gibi bu boyutta da Hz. Peygamberin,sağlam imanının neticesinde orta yolu takip ettiği bilinen bir gerçektir. Ruh taşıyan her varlığa rahmet nazarıyla yaklaşan Efendimizin olağan hadiseler karşısında gösterdiği reaksiyona bakıldığında ise O’nun pratik boyuttaki “kavl-i leyyin” özelliğini her daim görmek mümkündür. Dolayısıyla hayırdan başka hiçbir sözün sadır olmadığı o nebevî ağızdan asla çirkin bir söz vücuda gelmemiştir (bkz. Buhârî, Ashâbu’n-nebî, 28; Müslim, Fedâil, 68 (2321); Tirmizî, Birrve’s-sıla, 69; Ahmet b. Hanbel, XIV, 93). Zira bu hususiyet, insanların O’nun etrafında hidayet halkaları oluşturmasının yegâne sebebidir. (bkz. Âl-i İmrân, 3/159) Hiddet ve şiddet süreçlerini tüm detaylarıyla çözümleyip gözler önüne seren ve şeytandan gelen vesveselere; “Sabır, ancak musibetle karşılaşılan ilk andaki sabırdır”(Buhârî, Cenâiz, 31; EbûDâvûd, Cenâiz, 27; İbnMâce,Cenâiz, 55; Ahmet b. Hanbel, IV, 365)sözüyle hemen ilk etapta set çeken Hz. Peygamber, fizyolojik rekabetin en üst düzeyde sergilendiği güreş sporu bağlamındaki; “Gerçek pehlivan güreşte rakibini yenen değil, sinirlendiğinde kendine hâkim olabilen kimsedir” (Buhârî, Edeb, 76;Müslim, Birrve’s-sıla, 107 (2609); Nesâî, Amelü’l-yevmve’l-leyle, 145; Ahmet b. Hanbel, XVI, 411) betimlemesiyle de bu meseledeki ideal tutum, tavır, tepki ve davranışı ortaya koymuştur. Bu itibarla, öfke ateşindeki keskin bıçak insana sabır suyu vermek, her şeyden önce onu sapasağlam bir kul haline getirmenin biricik yöntemidir. Aksi takdirde çığ refleksi gösteren şiddetin, önüne kattığı insanı hangi yöne savurarak hangi mutsuz sonun başlangıcına sebebiyet vereceğini kestirmek çok da mümkün gözükmemektedir. MURAT KALIÇ DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU UZMAN
Yüce Yaratan, insanoğlunu mükemmellik ve sınırlılık ölçeğinde bazı kuvvelerle donatmıştır. Bu hususun pratik sonucu olarak genelde akıl kuvvesiyle rotasını tayin eden salim insan, zaman zaman şehvet ve öfke potansiyelini de kullanmıştır. Zira bahsi geçen yardımcı unsurlar, insanî özün gereği olan fıtrî reflekslerdir (bkz. Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, İhyâuUlûmi’d-dîn, Dâru’l-ma’rife, Beyrut, t.y., III, 58). Fakat eser miktarda istifade edilmesi gereken bu donanımdan doz aşımı faydalanma, kişiyi dünya ve ahiret işlerinde birtakım tutarsız davranışlara sevk etmiştir. İşte, modern insanın günümüzdeki birçok probleminin asıl müsebbibi, sözü edilen bu dengesiz ve aşırı beslenmedir.
Şiddet, şehvet duygusu gibi kısa süreli, kendi içinde anlık yükselmeleri fazla olan ve sonuçta da maalesef orta halli fotoğraf vermeyen bir kuvvedir. Dolayısıyla söz konusu yaşantıların neticesi, genelde uç tecrübeler olarak göze çarpar. Nitekim evliliğin eşler arasında meydana getirdiği ülfet sonucu oluşan sekînete karşılık, Allah’ın çok kötü bir yol olarak Kur’an’da ifade ettiği zinanın (bkz. İsrâ, 17/32) odalar dolusu pişmanlığı, bu anlamda çarpıcı bir detaydır. Diğer taraftan öfke, organize olmuş haliyle müspet sonuçlara da kapı aralayan bir hüviyete bürünebilir. Bu noktada üstad Necip Fazıl’ın, fizyolojik olarak oldukça benzerlik arz eden insan başı ile fare kafasını birbirinden ayıran yegâne farkın “fikrî öfke” olduğunu belirtmesi (bkz. Necip Fazıl Kısakürek, Hücum ve Polemik, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1997, s. 43), zikredilen duygunun mülayim zemin ve şartlarda yemekteki tuz mesabesinde olacağını göstermektedir.
Şiddetin oluş, sürüş ve bitiş serüveni gözlemlendiğinde, bu hikâyedeki asıl unsurun bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm kötü karakterlere sufle veren şeytan olduğu görülür. Şiddetin panzehri olarak bilinen sabrın, yaşamış en büyük timsali Hz. Eyyûb’un (a.s.), yaşadığı sıkıntılı ve sancılı tecrübede de O’nu vesveseleriyle meşgul edip en çok zorlayan unsurdur şeytan. Zira İblis’in, kendisine ve ailesine yaptığı telkinlerle Hz. Eyyûb, zaman zaman sabır duvarını aşmış ve bu sebeple bazı dinî yükümlülükleri iltizam etmiştir.(bkz. Muhammed b. Ömer b. Hasan b. Hüseyin et-Teymî, er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb/et-Tefsîru’l-kebîr, Dâruİhyâi’t-turâsi’l-arabî, Beyrut 1420/1999, XXVI, 396-397)
Buradan hareketle ifade edelim ki, şeytanın vesvesesi sonucu bir anlık bulanma ve kabz hali yaşayan zihne, önceki yanlış/çirkin öğrenmelerin siluetleri sunulmakta ve hemen akabinde şiddetin deklanşörüne basılmaktadır. Bu bağlamda, Hz. Peygamberin (s.a.s.) öfkelenen bir kimseye kızgınlık sonucu açığa çıkan şeytanî ateşi söndürmesi için abdest almayı tavsiye etmesi (bkz. EbûDâvûd, Edeb, 4; Ahmet b. Hanbel,Müsned, XXIX, 505) ya da böyle bir kişinin ayaktaysa oturması;sinir halinin geçmemesi durumunda ise yatması yönündeki tebdil-i mekâna dönük telkini (bkz. EbûDâvûd, Edeb, 4; Ahmet b. Hanbel, XXXV, 278), bahse konu sisli ve sancılı süreci atlatmak için yarayışlı bir çözüm yöntemidir. Aksi takdirde, bir anlık öfke patlamasının ortaya çıkardığı ömürlük dünyevi pişmanlıklar, akıl kuvvesinin kullanılmayıp apansızın şirke bulaşıldığındaki ebedi uhrevi nedametle aynı gemide yolculuk etmiş olur.(bkz. Râzî, Mefâtîhu’l-gayb/et-Tefsîru’l-kebîr, XXXI, 18)
Şiddetle kapital düzen arasındaki ilişkiye bakıldığında ise bu ikili arasında tahminlerimizin ötesinde bir iltisakın olduğu müşahede edilir. Günümüzde şiddetin en çok müşteri çektiği trafikte, kişinin kendisinin malik olduğundan daha pahalı ve kaliteli bir araca sahip kimselere gösterdiği sabırsızlık gibi görünen anlamsız ve orantısız tepkinin altında, aslında psiko-sosyolojik açıdan bu sınıfsal fark yatmaktadır. Diğer taraftan, sosyal hayatta “şahinciler” olarak maruf olan kesimin caddelerdeki film sahnelerini aratmayan ortalama üstü atraksiyonlarını, toplum içinde “ben de buradayım” mesajı olarak algılamak isabetli olacaktır.
Kişilerin tikel şuuraltı yaşantıları olduğu gibi, milletlerin de kolektif şuuraltı olarak ifade edilen tecrübeleri mevcuttur. Buna göre Türk halkı, tarih boyunca birtakım yoksulluk ve yoksunluklarla sürekli mücadele ederek kendisini var eden, bu yönüyle de eşya ve hadiseler arasında aşırı duygusal bağ kuran bir millettir. Milli ve manevi hassasiyet dönemlerinde oldukça işe yarayan söz konusu tutum, ne yazık ki belirli sahalarda nabzı yüksek bir şiddet potansiyeli olarak geri dönüş sağlamaktadır.
Düz mantık açısından meseleye yaklaşıldığında, bir şeyi bitirmek için onu aşırı tüketmek gerektiği izahtan varestedir. Bu meyanda, içinde yaşanılan toplumun kodlarındaki Kur’an ve Sünnet menşeli sahih örfün,medya ve diğer iletişim vasıtalarıyla günbegün deforme edildiği aşikârdır. Günümüzde, ekranlardaki şiddet içerikli şablonların psikolojide “sürüngen beyin” olarak ifade edilen zihinlere öğrettiği/bellettiği saldırganlık artık kanıksanmakta ve nihayetinde bu durum, hayatın olağan rutini içerisinde görülmektedir. “Her şey zıddı ile kaimdir” önermesinden yola çıktıklarından olsa gerek, sözü edilen resme bakanlara “sakın siz böyle olmayın!” mesajını vererek toplumsal sorumluluk örneği sergileyen(!) zevat, EbûLeheb’in karısı Ümmü Cemîl gibi şiddet ateşine biteviye odun taşımaktadır. Şiddetle reyting arasında temas edilen gelişmeler yaşanırken, karanlık gecede odun niyetine dokunulan yılanın kişiyi ısırma ihtimali de bu arada göz ardı edilmemelidir. Özetle, vizyona dair ortaya konan her tasvirde asloan, ideal olanı alıp servis etmektir.
Tüm bu olup bitenden, eğitim sisteminin ahlak merkezli ele alınmasının elzem olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, örgün/yaygın din eğitiminin nitelik ve niceliği oldukça önem arz etmektedir. Zira çocuk, kadın, aile ve toplum özelinde, şiddeti din olgusuyla kol kola yakalamak/görmek isteyen hazır kıta odaklara karşı ancak bu müstakim yolla dört başı mamur bir duruş sergilenebilir. Fakat “şiddet” ve “din” kelimelerinin aynı cümle içinde kullanılması bile gönüllerde onulmaz yaralar açarken, dinî eğitimin rutubet ve nevresim ıslaklığı kokan koridorlarında vakti zamanında uygulanan şiddetin, “din” ve “eğitim” kavramlarıyla hala zihinlerde paydaşlık etmesi, ayrı bir ızdırap konusudur.
Kur’an’ın ifadesiyle, en güzel örnekliğin kendisinde olduğu Hz. Peygamberin (bkz. Ahzâb, 33/21) yaşantısına,bahse medar mevzu açısından yaklaşıldığında, O’nun her şeyden önce bir insan oluşunun tabiî sonucu olarak,özellikle Allah hakkı olan meselelerde zaman zaman öfkelendiği görülür (bkz.EbûDâvûd, Savm, 53). Fakat her şart ve durumda olduğu gibi bu boyutta da Hz. Peygamberin,sağlam imanının neticesinde orta yolu takip ettiği bilinen bir gerçektir. Ruh taşıyan her varlığa rahmet nazarıyla yaklaşan Efendimizin olağan hadiseler karşısında gösterdiği reaksiyona bakıldığında ise O’nun pratik boyuttaki “kavl-i leyyin” özelliğini her daim görmek mümkündür. Dolayısıyla hayırdan başka hiçbir sözün sadır olmadığı o nebevî ağızdan asla çirkin bir söz vücuda gelmemiştir (bkz. Buhârî, Ashâbu’n-nebî, 28; Müslim, Fedâil, 68 (2321); Tirmizî, Birrve’s-sıla, 69; Ahmet b. Hanbel, XIV, 93). Zira bu hususiyet, insanların O’nun etrafında hidayet halkaları oluşturmasının yegâne sebebidir. (bkz. Âl-i İmrân, 3/159)
Hiddet ve şiddet süreçlerini tüm detaylarıyla çözümleyip gözler önüne seren ve şeytandan gelen vesveselere; “Sabır, ancak musibetle karşılaşılan ilk andaki sabırdır”(Buhârî, Cenâiz, 31; EbûDâvûd, Cenâiz, 27; İbnMâce,Cenâiz, 55; Ahmet b. Hanbel, IV, 365)sözüyle hemen ilk etapta set çeken Hz. Peygamber, fizyolojik rekabetin en üst düzeyde sergilendiği güreş sporu bağlamındaki; “Gerçek pehlivan güreşte rakibini yenen değil, sinirlendiğinde kendine hâkim olabilen kimsedir” (Buhârî, Edeb, 76;Müslim, Birrve’s-sıla, 107 (2609); Nesâî, Amelü’l-yevmve’l-leyle, 145; Ahmet b. Hanbel, XVI, 411) betimlemesiyle de bu meseledeki ideal tutum, tavır, tepki ve davranışı ortaya koymuştur.