KUTLU YOLCULUK

Rablerinin emrini yerine getirmek ve rızasına nail olmak için uzun zamandan beri hacca müştak olan Müslümanlar; “Lebbeyk Allâhümme Lebbeyk” nidalarıyla arzın merkezi, şehirlerin anası Mekke’ye ve bu kutlu beldeyi anlamlı kılan Kâbe’yekavuşmak için yola revan oldular. Fakat bu yolculuk her zamanki gibi alelade bir yolculuk değildi. Bu sefer, ibadetin rehberi Hz. Peygamberin (s.a.s.)bize gösterdiği belli sembollerin altındaki ulvi manaların açığa vurduğu bir seferdi.

İlk olarak, dünyevîher şeyden soyunarak ve soyutlanarak, insana yok oluşu hatırlatan ölümün beyaz giysisinin kadim parçaları izâr ve ridâya büründü tüm müminler. Üzerindeki elbiseyi çıkararak beyaz bir bez parçasına sarınan Müslümanlar, dünyaya dair ne kadar ağırlık varsa onu da arkalarında bıraktılar. Bu küllî soyunuş, ayağı çıplak başı açık mümine, tek menzilinin Rabbi olduğu gerçeğini hatırlattı. Dünya üzerinde sert adımlarla yürüyen insan böylelikle,vücudundaki tek bir kılı, tabiattaki bir tek otu bile koparamamanın zarafetine ulaşacak yolun ilk adımlarını arşınlamaya başlamış oldu.

Yaptığı niyet ile Allah’a yönelip rotasını tayin eden ve ondan gayrı tüm yollara set çeken mümin, kıldığı ihram namazı ile Yaratanın çağrısına icabet etmiş ve ardından getirdiği telbiye ile de bu kutlu seferi tescil ve tebşir etmiştir. Vatanından uzaklaşıp günde beş defa teveccüh gösterdiği, maddenin mana ile anlam kazandığı, anlatılmaz yaşanır mekân Kâbe’ye yaklaşan Müslüman için sevinç gözyaşı döktüğü bundan daha güzel ne olabilir ki…

Yıllardır bekledikleri sevgiliye, Kâbe’ye yaklaştıkça artan sevinç ve heyecan, onu ilk kez dünya gözüyle görmeyle artık tarifi imkânsız bir hal almış ve bu duygu insanın tüm benliğini kaplamıştır. Dudaklardan dökülen hamd, şükür ve dua ifadeleriyle gözlerini Kâbe’den alamayan Müslümanlar, tavaf alanına girip dünyanın farklı iklimlerinden gelen kardeşleri ile birlikte eşyanın ardındaki hakikatin en güzel tecellilerinden biri olan Haceru’l-Esved’i selamlayarak, zerreden kürreye, habbeden kubbeye her şeyin bir şey etrafında deveran ettiği gerçeğinin en önemli tezahürü tavafa başladılar. Mültezem’e, Hicr’e ve Rükn-ü Yemânî’ye konuk olarak icra edilen tavafı oluşturan her bir şavt, kişinin kendi nefsine ve son hakikat Rabbine dönüşünü ifade ediyordu.

Tavafın ardından kılınan namaz ve içilen zemzem ile dünyevî cendereden çıkıp sükûnet perdesinde karar kılan ruh, her türlü bela, musibet ve sıkıntının en güzel vekil olan Allah’a havale edilmesinin maruf sembolü Hacer validemizin teslimiyetini resmeden sa’yile kemale ulaşmıştır. Safa ile Merve arasındaki koşuşturmada adeta kıyametin provasını yapan insan, her şeyden kaçıp uzaklaşmasına rağmen, varacağı limanın tıpkı tavafta olduğu gibi Rabbi olduğunun idrakine varmış olarak aczini itiraf eder. Bununla birlikte, yine tavaf boyunca yapılan ıztıba ve remelde olduğu gibi sa’y sırasında yapılan hervele ile de kâfirler ve zalimler topluluğuna karşı Müslümanca duruşun nasıl olması gerektiğini lisan-ı hal ile belli etmiş olur.

İhram bezine bürünerek tavaf ve sa’yini yapan muhrim, saçından bir tutam kesmekle“zikrü’l-cüz irâdetü’l-küll” (Belâgat ilmindemecâz-ı mürsel bağlamında,bir bütünün parçasını zikredip bütünü kastetme sanatı) kabilinden, gerektiğinde başını da Allah yolunda feda edebileceğinin idrakinde olarakteslimiyet içerisinde ihramdan çıkar ve kendisine yasak olan fiiller artık mübah hale gelir.

Kâbe ve etrafındaki şiarlarla müşerref olan Müslümanlar bundan sonra, haccın kendisine has kılındığı, Hz. Peygamberin (s.a.s.) yüz bini aşkın Müslümana veda hutbesini irad ettiği ve Kâbe’nin Rabbi Allah’ın sonsuz rahmet ve mağfiretinin tecelligâhı olan Arafat’a doğru yeniden ihrama girerek terviye günü yola koyuldular. Akşam olduğunda Arafat’taki çadırlarına yerleşen müminler tezekkür, tefekkür ve tedebbürde bulunarak geceyi ihya ettiler. Ardından da Yaratanı bilip tanıma vakti arefe gününü anlamlı kılan, bilişme ve tanışmanın mekânında, gözyaşları ile boyun eğerek ve yalvararak tevbe-istiğfarda bulunup Rablerinden günahsızlık beraatini almak için vakfeye durdular.

Güneşin batmasıyla bilişmenin yurdu Arafat’tan, şuurlanmanındiyarı Müzdelife’ye doğru akın akın ilerleyen bembeyaz bir yolculuk başlar. Gündüzün güneşinde Arafat’ı yaşayıp kulluğun zirvesine ulaşan mümin, gecenin karanlığında ise yine Rabbi huzurunda vakfede bulunarak, günün muhasebesini yapma imkânı bulur. Takvayı azık edinen Müslüman, şeytanına atacağı taşları burada kendi elleriyle toplayıp heybesine koyarak takvanın yanınasalih ameli de eklemiş olur.

Müzdelife’nin ardından Hz. İbrahim’in Rabbine olan sadakatinin ve Hz. İsmail’in teslimiyetinin resmedildiği emniyet mekânı Mina’ya doğru kararlı bir yolculuk başlar. Saçı-başı toza toprağa karışmış muhrim, şeytana ve avanesine atacağı taşların, kendi benliğindeki günah kirini de beraberinde söküp atacağının şuurundadır. Şeytanı taşlamakla Yaratanına bir adım daha yaklaşan insan, ihramlı iken bir karıncaya bile zarar veremezken Rabbinin emriyle kurban keserek kurbiyyetin şahikasına yerleşir. Her halükarda söz konusu Allah rızası olduğunda canını ve malını ortaya koyma konusunda hiçbir tereddüt yaşamayan mümin, kestiği kurbandan sonra saçlarını kazıtarak kendisinin de kurbanlık olduğunu İsmailî bir duruşla ortaya koyar.

Artık bayramdır. Haccetmenin, hacı olma vasfına nail olmanın gönüllerde ve zihinlerde yarattığı bayram sevincinin yanında asıl bayram, haccı her daim yaşayarak bu kutsal yolculuğu kutlu bir ahiret yolculuğuna dönüştürmektir.

MURAT KALIÇ
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI
DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU 
UZMAN

 

 

 

 


1539   10 Nisan 2017